Paylaşmak Güzeldir..

Saati unutmuştu, tabii ki saat neden nesneyi değil, zaman kavramını yitirmişti. Nereye gidiyordu, bilmiyordu. Belki yıllar önce yaşadığı, içinde karısının, çocuklarının, köpeğinin, kitaplarının, resimlerinin, şiirlerinin, yalnızlığının olduğu eve gidiyordu. Oysa onları kaybedeli yıllar olmuştu. (Yalnızlığı hariç elbet. O, o yokken bile vardı zira.) Şimdi bir uzak hatıraydı hepsi, çoğu dumandan üstelik. Çocuklar büyümüş, kadın bir başkasıyla evlenmiş, başka bir eve taşınmışlar, köpek belki ölmüştü. Köpekler çok yaşamaz ya, takribi on yıl, o da iyi bakılırsa, bu kadar muhteşem canlılar neden bu kadar az yaşar Tanrım? Nereye gidiyordu, şu aralar içinde yaşadığı eve mi? Hayır hayır orada, onun için kayda bir şey yoktu. Bir yazı makinesi, ki en çok ondan kaçıyordu. Birkaç kitap, hiç açmadığı üstelik içinde ücretli üyelikler bulunan bir televizyon, bir yer yatağı ve bazı bazı gelen güzel bir kadın, hayır oraya gitmiyordu. Oraya gidiyordu ama oraya gitmiyordu yine de. Evi o kadar kötü değildi aslında, hatta lokasyon olarak gayet güzel bir yerde olan, palmiye ağaçlarıyla çevrili, bahçeler içinde hemen her şeyin olduğu, çok güzel bir evdi ama o yinede oraya gitmiyordu, oraya gidiyordu ama oraya gitmiyordu. Anlıyor musun?
Aniden…
”ŞALALE NİRDE?” diye bir soruyla, evet tam anlamıyla saf, katıksız, salt bir soruyla durduruldu.
Hadi buyurun ne selam, ne sabah. ŞALALE NİRDE? Dünyada yahut uzayda ne fark eder. Ayrıca ŞALALE değil o ŞELALE. Önce pardon diyeceksin güzel kardeşim, sonra mümkünse bir şey sorabilir miyim diyeceksin, sonra ben tabii buyrun dedikten sonra bi zahmet ‘ŞALALE NİRDE?” diyeceksin… Ben bunları düşünürken o durur mu ekledi hemen…
Böyle yukarısından su akıyor?
Benim onun kabalığını sorgulamadığımı, aslında sadece şalelenin ne olduğunu bilmediğimi düşünmüş olmalı, aksi takdirde beyimiz soruyu sorar sormaz benim hemen bütün ayrıntılarıyla şelalenin yerini göstermiş olmam gerekiyordu. (Google Map’im ya ben.) Hemen konum atmadığıma göre muhtemelen şelalenin ne olduğunu bilmiyorumdur. Şelale ve böyle yukarısından su akıyor, öyle mi? Bir şeyin, herhangi bir şeyin, bir kağıt mendilin, bir ayakabı çekeceğinin yahut bir fikrin, soyut somut hiç fark etmez, herhangi bir şeyin şelale olmasının tek kriteri vardır o da sadece su. Susuz bir şelale, alkolsüz bira, kafeinsiz kahve, susuz ayran gibi bir şeydir, yoğurt yani. Bu arada yeri gelmişken… Kafeinsiz kahvenin amacı nedir? Gizli bir görev için mi burada? Neye, kime hizmet ediyor? Kafein dediğin şey kahve çekirdeğinde bulunan uyarıcı etkiye sahip bir kimyasaldır ve enerji verir, bu da uyanık kalmayı ve o an yaptığın işe odaklanmanı sağlar. Kahveyi kahve yapan, o sıvıya kahve dememizi sağlayan, onun hayattaki amacını oluşturan tek şey kafeindir, gerisi sadece sudur, gerisi sadece şelaledir. Oysa şelale olmak için kafeine bile ihtiyaç yoktur, sadece su ama mümkünse biraz ”yukarısından” yani yüksekten serbestçe düşmesi lazım bu suyun, bir de çok önemli değil ama biraz yerçekimi olursa fena olmaz. Çaresiz elimle şelalenin olduğu tarafı gösterdim ama benim gösterdiğim yerden oraya gidebilmek için en az on sokak geçip, ana yola çıkmak, bir kaç kilometre gitmek, birkaç ışıkta durmak, o ışıklardan başka yönlere sapmamak, birkaç dönemeç falan dönmek gerekiyordu…
Çok uzak? Diye sordu…
Evet bu bir soru, soru edatı olmadığının farkınayım ama bu bir soru. Türk Dil Kurumu işine baksın. Biz bütün bir ülke olarak hiçbir edat, hiçbir noktalama işareti, özne, yüklem, zarf tümleci, hülasa zerre gramer kullanmadan, her cümleyi her şekilde kurabiliriz. Peki hadi onu geçtim, tek bir el işaretiyle, boşluğa doğru savrulan tek bir el işaretiyle bu mesafeyi nasıl çözebildin be adam? Belki hemen arka sokağı gösterdim, hem madem bu kadar gelişmiş bir canlı türüsün, bu kadar ileriyi görebilen bir zekaya sahipsin neden o halde bunu bana soruyorsun ve daha da bu önemlisi bu insanüstü zekanla şelalede ne arıyorsun, ne bulmayı umuyorsun? Yer yüzünde oluşmuş ilk bakteriyi mi bulacaksın? Eğer öyleyse sana kötü bir haberim var, üzgünüm ama o genlerini aktarıp çoktan yok olmuştur artık? Bu mevzuyu kalanlarla halletmen gerekiyor ve bunun içinde inan bir ŞALALEYE gitmene gerek yok, bir bardak suyla da bunu yapabilirsin.
Biraz uzak, dedim.
Yine de uzaklık kavramı algımıza ve bulunduğumuz yere göre ve en önemlisi gittiğimiz yerdeki bizi bekleyen şeye göre haliyle değişkenlik gösterir. Zira çok sevilen bir yere gidiyorsan, bir sevgiliye mesela, yıllardır uzak kaldığın bir şehre yahut, o yol bitmek bilmez bir türlü. Ama hiç gitmek istemediğin bir yere gidiyorsan, ışınlanırsın oraya… Diye ekledim ve anında pişman oldum… Anlamadı tabii benim bu uzun (ona göre, yine kişiye göre değişkenlik gösteren bir metraj bu) ve insan psikolojisini irdeleyen bu felsefik cümlemi. Anlamasını da beklemiyordum zaten… O yeni bir soru sormadan hemen ben bir soru sormalıyım diye düşündüm… Artık sohbetin içindeydim kaçamayacağımı anlamıştım.
Çok uzak değil, dedim. Peki hangi Şelale’ye gitmek istiyorsunuz? İki tane var burada çünkü, biri yapay biri doğal şelale
Yapay nedir?
Yapay mı nedir? Sahte yani… Doğal oluşmamış olan, doğadan esinlenerek insan eliyle sonradan yapılmış olan bazı materyallere yapay nedir. Allah’ım ne anlatıyorum ben…
Sahte mi, kafire bak, hiç sahte su olur?
Tanrım! Sahte olan su değil, şelale… Sahte hidrojen ve oksijen, bilmiyorum yani ilginç olurdu… Acaba yapabildik mi diye düşünmeye başladım, daha da ilginç olanı yapabilir miyiz acaba? Yapabilirsek, bu sayede uzak gezegenlere hayatı götürebilir miyiz? Zira bunu yapmak demek su yapmak demek, su yapmak demek hayat yapmak demek… Ben böyle derin bir kuantum bilimselliğine takılmışken hatta oyunun kurallarını yeni baştan yazarken neredeyse…
Sen bilmiyorsun dedi, neyse hanım başkasına sorarız. Adama bak Manavgat’ta yaşıyor şalalenin ne olduğunu bilmiyor.
Bir hışımla gittiler. Saol be… Ayrıca burada, Manavgat’ta yaşadığım halde şelalenin nerede olduğunu bilmeyebilirim, hiç gitmemiş de olabilirim neticede gitmek mecburi değil ya ama ”ŞELALE” denen oluşumun ne olduğunu bilmek için burada ya da herhangi başka bir yerde yaşamak gerekmiyor sanırım. Şelalenin ne olduğunu biliyorum. Böyle yukarısından su akıyor…
Saatine baktı. Nereye gidiyordu? Şelale’ye mi? Hiçte sevmem oysa, turistlere yönelik, yerli yabancı farketmez, tamamıyla ticari amaçlı, herkesin deli gibi fotoğraflar çektiği ama orada gördüğü her şeyin fotoğraflarını çektiği… Uçan kuşun, düşen yaprağın, akan suyun ve sonra o fotoğraflara hiç bakmadığı Şelale’ye mi? Hayır… Yoksa gitmek mecburi mi diye düşünmeye başladı, evet sanırım öyle, gideceksin o şelaleye hiç şansın yok. O bileti alacaksın, o fotoğrafları çekeceksin, kaçamazsın. Ne şairliğin, ne gelişmiş beynin, ne insan bilincini tetikleyen çevre koşulları… Öyle ya da böyle satacak sana o bileti bu şehir. Peki ne kaybedeceksin o şelaleyi hiç görmesen yahut görünce ne katacak hayatına bir ırmağın bir yükseltiye denk gelmesi?
Hava kararmaya başlıyordu yavaş yavaş, nereye gidiyordu? Evine gidiyordu ama Sahrayıcedit’teki , Kadıköy’de ki evine. Sedef gelmiş olmalı, çocukları okuldan almıştır, yemek hazırlıyordur şimdi ufaklığa. Ton balıklı makarna. Bende yerdim ya, çocuktan kalanı özellikle, zayi olmasın, dökülmesin diye çoğu zaman… Biliyor musun, tuhaf gelecek belki sana ama sen gittikten sonra, sen benden gittikten sonra, çocuklar benden gittikten sonra, hayatımız, evimiz, köpeğimiz benden gittikten sonra, ben bir daha ton balıklı makarna yemedim, oysa ne çok severdim, yiyemedim, yapamadım… Milo pencerede beni bekliyordur şimdi diye düşünmeye başladı… Aklında soru edatı ve soru işareti olamayan bir soru: Kadıköy nirde.

You May Also Like

More From Author

+ There are no comments

Add yours